24 Aralık 2012 Pazartesi

Bilimde Nostalji Tramvayı

2012 yılının sonuna geldik. Radikal gazetesi bilim sayfasında gezinirken gözümüze çarpan başlık: Sigara DNA'ya Zarar Veriyor.




Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ali İrfan Güzel, DNA'ya zarar veren kimyasalların başında sigarada bulunan ve sayıları binlerle ifade edilen çeşitli kanserojen maddelerin geldiğini söyledi
İster Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi olun, ister Nihat Doğan Rehabilitasyon Merkezi, kurumunuzu akademik olarak ileriye taşıyacak özellik isminiz değil yapılan bilimsel araştırmaların yeniliği ve kalitesidir.
Üniversitenizin ismi duyulsun, şanınız yürüsün diyerek hazırladığınız basın bülteni, 50 yıldır bilinen sigara-kanser ilişkisine dair yeni hiçbir şey söylemiyor. Bu alanda 1964 yılında yapılan çalışmalara şu rapordan ulaşabilirsiniz. Ayrıca sigarada haberde belirtildiği gibi binlerce değil, 30 civarı kanserojen madde var.
Doç. Dr. Ali İrfan Güzel, bütün canlıların hücre olarak tanımlanan mükemmel yapı taşlarıyla dizayn edildiğini ve gözle görülemeyecek kadar küçük olan fonksiyonel birimlerden oluştuğunu belirtti.
Bir tıp fakültesi öğretim üyesi, hayata, hayvanlar alemine, her bir moleküle, hücreye, hayranlıkla bakabilir, sanatçı bir ruhu varsa ilham da alabilir. Bilim ve hayranlık, billim ve temaşa durumu, birbirlerini tabii ki besleyebilir. Fakat bir hücrenin mükemmel olması tam olarak ne tür bir biyolojik sınıflandırmadır? Mükemmellik nasıl tanımlanır ve bu mükemmel hücreler neden farklı pH, farklı tuz oranı, farklı sıcaklık gibi çevresel koşullarda bütünlüğünü kaybedip ölür? Mükemmel tanımlanan bir hücre ve dokulara bir tıp fakültesinde tıbbi müdahale yapılmasında mükemmel bir mantık hatası yok mu?

İşin aslını merak ediyoruz ve birkaç önerimiz de var. Eğer basın bülteninde kurumunuzda yapılmamış araştırmaları yayınlıyorsanız, Nature dergisinin 2012 yılının bilimsel gelişmelerini özetleyen bir foto galerisi var, lütfen oraya bir göz atın ve daha yeni gelişmelere değinin. Yok, eğer TÜBİTAK'tan ayrılan araştırma bütçesini bu şekilde kullanıyor ve kendi araştırmalarınızı yayınlıyorsanız, 1960ar yetmez, 1950lere gidip çocuk felci aşısını tekrar keşfedin. Ülkemizin bilim bütçesinin kullanılması için tekerleğin icadına kadar giden uzun bir yol var.

Son olarak, son paragraftaki veryansına değinelim:
“Vücuttaki bir hücrenin bile bu tür bir ajanla zarar görmesi kanser gelişimi için yeterli olabiliyor. Bilimsel verilere göre akciğer kanserlerinin yüzde 90'ına sigara dumanı neden oluyor. Hükümetimizin uyguladığı politikalarla kapalı ortamlarda sigara kullanımı aşağı çekildi ancak insanlar evlerinde içiyorlar, bu engellenemiyor” diye konuştu. 
Kastedilen 'ajan', ingilizcedeki 'agent' kelimesi, (ki bu kelimenin Türkçe'deki anlamı burada etmen veya faktör olmalıdır) ve paragraftaki ifadenin garipliği, bu kelimenin anlamını taşımadan tercüme edilmesinden kaynaklanıyor.
Hükümetimizin insanların evlerinde sigara içimini engelleyemediği doğrudur. Engellemesini beklemek zaten yanlıştır. Herkes evinde istediğini yapabilir. Evinde küçük çocuğu olanlar bu bilinci alabilirlerdi, eğer 1970lerde üniversite okurlarken, 50 sene öncesinin bilimsel gelişmeleri yerine, güncel bilgileri öğrenselerdi (İbretlik son cümlenin ardından Olacak O Kadar müziği girsin).


12 Aralık 2012 Çarşamba

[Aklınıza gelen ilk sebze meyve ismi]'ndeki İnanılmaz Mucize



Geçen gün yine 3-5 bilim adamı süpermarkete gitmişiz...Elimizi neye attıysak müthiş ve inanılmaz faydalı çıktı. Bazen bir bilim adamı olarak mutfak alışverişi yapmak çok zor olabiliyor.

Bugün gazetesinde 10 günde bir güncellenen sağlık haberlerinin hepsi, bitkilerdeki inanılmaz şifalarla ilgili. İnanamıyorlar, yazıyorlar. İnanamıyorlar, tekrar yazıyorlar...

7 Aralık 2012 Cuma

İsrail İstihbarat Teşkilatı Sunar: Kod Adı Akbabuş

Sudan'da, işinde gücünde bir akbaba yakalanıyor, ayağındaki demir halkadan ve bu halkanın üzerinde 'Hebrew Üniversitesi, Kudüs' yazmasından kıllanılıyor, sıkı bir istihbarat çalışmasıyla bunun bir İsrail casusu akbabası olduğuna kanaat getirilip, İsrail ile diplomatik kriz yaratılıyor. NTVMSNBC de bu haberi, ''İsrail'in casus kuşu yakalandı!'' diye veriyor.



Ayağında 'İsrail' yazan başka bir kuşun, ülkemizde de daha önce yakalanmasını ve 'sol burun deliği daha büyük. Burnunda dinleme cihazı var!' gerekçesiyle milli istihbarata gönderilmesini daha önce bu blogda işlemiştik. (Kuşların burunları değil, gagaları olduğunun tekrar altını çizelim). Kuşların ayağına demir halka bağlamanın, ornitolojide (kuş biliminde) sıklıkla kullanılan, kuşların göç yollarını takip etmeyi mümkün kılan bir metodoloji olduğunu da belirtmiştik. Paranoyak kişilik bozukluğunuz yoksa, bacağında 'İsrail' yazan kuşun casus olmayacağını çıkartabilmeniz gerekir. Bu nedenle, İsrailli ornitologların kuşların göç ettiği her ülke ile diplomatik kriz yaşayabilme ihtimallerini hesap ettiklerini zannetmiyoruz. Bir üniversite, bu dinamiklerle bilimsel araştırma yapamaz.
Halbuki, kuşların göç yollarının takibi, önemli bir mevzu. Hem kuşların ekosistem kullanımı ve yıllar içinde bu kullanımdaki değişim açısından, hem de, kuş gribi gibi, bu türlerin taşıyıcı olduğu salgın durumlarında, halk sağlığı düşünülerek önlemler almak için. İsrail birçok kuş türünün Avrasya-Afrika göçü sırasında rotalarının üzerinde bulunuyor. İsrail doğa kurumunun birçok kuşun göç yolunu takip etmesinden daha doğal bir durum olamaz.



Doğal olmayan ise, yaşayıp yaşamayacağının garantisi olmayan, keyfinin kahyasına göre hareket edecek bir akbabanın, casuslukla suçlanması. Üstelik bacağında açıkça 'israil' halkası varken. Ve daha da üzücüsü, NTVMSNBC'nin haberi bu başlıkla ve bu metinle vermesi.



2 Aralık 2012 Pazar

Başlıkta BÜYÜK GÖĞÜS Varsa, O Yazı Okunur! (Bu taktiği blogumuzda kullanmanın zamanı gelmişti)



Milliyet gazetesi, kendi kendini fesheden bir bilim haberi ile blogumuzda yeni bir dönemin yol göstericiliğini yapıyor. 
Göğüslerinizden memnun değil misiniz? 
'Çevresindeki yeterli ve düzgün görünümlü göğüsleri' kıskanan hanımlarımıza, silikonsuz göğüs büyütmenin reçetesini sunan bu haber, okuyucuya 'harekete geçme zamanınız gelmiş olabilir' diyerek insiyatifi ele almaya, her kadının içindeki uyuyan dev Nadide Sultan'ı uyandırmaya çağırıyor.

Tavuk bageti tüketilmesi meme büyümesini artırır!
Çözüme odaklı, keskin, dolambaçsız ve net ifadeler burada bitmiyor. Göğüs büyüklüğü için kesinlikle tüketmeniz gereken diğer yiyecekler şöyle sıralanıyor:

Süt ürünleri, soya, keten tohumu, akdarı, arpa, ayçiçeği, kabak, anason tohumları, barbunya, karnabahar, brokoli, pancar, salatalık, havuç, domates, mantar, brüksel lahanası, mercimek, kereviz, yeşil fasulya, soğan, börülce, nohut, bezelye, elma, kiraz, şeftali, üzüm, kavun, armut, tam buğday, kahverengi pirinç, buğday tohumu, fasulye filizi, zeytin, kuru erik, yulaf ezmesi, çemen otu, rezene, çavdar, karanfil, zencefil, hint safranı. 

Tam bilimsel müdahalemizi yapacakken, işin bu boyutuna, yine haberin içinde, başka bir paragrafta rastlıyoruz:

Meme dokusunun şekli ve büyüklüğü genetik olarak ve bazı hormonların etkisiyle belirlenir. Bilimsel olarak etkinliği kanıtlanmış, sadece meme büyümesi ile şekil güzelliği sağlayan bir yiyecek bulunmasa da bazı yiyecekler kilo aldırması sayesinde meme dokusunun da yağlanmasını sağlar.
Madem bunu biliyordunuz, yukarda sıraladığınız yiyeceklerin orada işi ne? 'Okuyucu kilo alsın da, göğüsler de büyür nasıl olsa' diye düşündünüz ve kileri açıp önünüze hangi yiyecek çıktıysa listeye mi eklediniz? Bu haber kendi kendini feshetmiş olmadı mı?
Konumuz titiz habercilik olduğunda Milliyet'ten şaşmayacağımızı artık biliyoruz, ve tabii ki çemen otu, pirinç, fasulye, nohut ve daha nice karbonhidratı yediğimiz gibi neye benzeyeceğimizi de.


29 Kasım 2012 Perşembe

Protein, DNA ve Parçacık hızlandırıcılar


Aslında İsmet Berkan'ı severiz. Türkiye'de leşi çıkmış bilim haberciliği ve bilim hakkında tek fikir beyanı 'quantum olumlama ile fıtık ağrılarımdan kurtuldum' olan köşe yazarları arasında, kendisinin zaman zaman önemli bilimsel konulara değindiğini ve bunun araştırmasını iyi yaptığını düşünürüz (Biz, yani ben ve diğer elit bilim çevreleri). Fakat 4 Kasım Pazar günü yayınlanan yazısında yaptığı birtakım bilimsel hatalar dikkatimizden kaçmadı, kimse için istisna yapamayacağımız için, kendisinden özür dileyerek, bu yazıyı 'bir gazetecinin ustalık eseri' kategorisine yolluyoruz.
Önce, yazarın kafa karışıklığının kaynağını oluşturduğunu düşündüğümüz şu cümle ile başlayalım:
Bizim ve bütün canlıların temel genetik kodlarını üzerinde taşıyan DNA proteinlerden oluşuyor. Dolayısıyla artık DNA çözümlemesi yapmak da çok hızlandı.
Bizim ve bütün canlıların temel genetik kodlarını üzerinde taşıyan DNA, proteinlerden DEĞİL, nükleik asit zincirlerinden oluşuyor. Proteinler ise amino asit zincirlerinden oluşuyor. Nükleik asitler ve amino asitler, tamamen farklı yapıtaşlarıdır ve bir moleküle farklı özellikler verir. Dolayısıyla proteinler, bırakın DNA'yı oluşturmayı, DNA'dan tamamen farklı moleküllerdir. Hücredeki proteinler, bir binanın tuğlalarıysa, nükleik asitlerden oluşan DNA da o binanın blueprint'i yani bina planıdır. DNA, hem hücrede üretilen proteinleri, hem de bu proteinlerin ne zaman ve hangi hücrelerde üretileceğini kodlar. Proteinler ise, hücrenin yapısını oluşturur ve fonksiyonlarını yürütür.  Bu süreç hücrede, DNA'dan RNA yapılması, ve RNA'dan protein yapılması şeklinde gerçekleşir.

Peki ne oluyor bu hızlandırıcılarla? Aslında bir çok şey oluyor. Ben bir tanesini bugün anlatayım. [...]Artık bir proteinin moleküler yapısını çözmek 2 nanosaniye bile sürmüyor.[...] Bize vaad edilen şeylerden biri şu: Vücudunuzdan alınan kanserli hücrenin DNA'sı hızla çözülecek ve o DNA içinde hücrenin vücudun korunma sisteminden gizlenmesini belirleyen gen saptanacak....[...].

Yazıda sözü geçen parçacık hızlandırıcılar, protein yapısı çözümünde kullanılıyor olsa da (örneğin yüksek enerjili X-ray spectroscopy), bir proteinin detaylı yapısını 2 nano saniyede öğrenmekten çok çok uzağız. Bu noktada, referans gösterilen bu hızın, nanopore sequencing tekniği sayesinde erişilen DNA sekanslama, yani DNA dizilimi çözme hızı olduğunu düşünüyoruz (1 nükleotid/ 4 nanosaniye). Zaten, kalıtımsal hastalıkların temelinde olan genetik mutasyonlara, günümüzde protein seviyesinde değil, gen dizilimi seviyesinde bakılır. Yazıda dile getirilen akıl almaz teknolojik ivme de, protein yapısı çözümünde değil, DNA dizilimi okumada katedilmiştir. Artık herhangi bir DNA dizilimini çözmek hem çok hızlandığından hem de çok ucuzlaştığından, bireylerin DNA dizilimleri çözülebiliyor, kişiye özel hastalık riskleri hakkında bir fikir edinilebiliyor.

Proteinlerin moleküler yapısını çözmek de temel bilime ve insan sağlığına katkıda bulunuyor olsa da, bireylerin protein yapılarından hastalık tahlili yapmak henüz seri bir süreç değil.

Protein ve DNA'nın hem yapıları, hem işlevleri medyada birçok yerde karıştırıldığından, bu yazının önemli bir ibretlik değeri olduğunu düşünüyor, İsmet Berkan'ın iyi niyetini süistimal ettiğimiz bu yazımızı medyadaki tek dostumuzu kaybetmek pahasına yayınlıyoruz.


25 Kasım 2012 Pazar

Hamama Giren Terler



Ders kitaplarına girebilecek bir bilim haberi, yine Radikal gazetesi farkıyla geliyor. Haberi dikkatimize sunan külyutmaz bilim insanı Eylül Harputlugil'e teşekkür ederiz.
''Kanser tedavisinde yeni bir dönem başlatan Nobel ödüllü Alman doktor Robert Gorter, hastalarının vücut ısılarını yükselterek kanser hücrelerini öldürüyor.
İstanbul 'da Türk hastalarıyla biraraya gelen Gorter'ın tedavisi, artık tüm dünyada kabul gören bir yöntem. ''
Dr. Robert Gorter, Nobel ödüllü bir bilim adamı değil. Almanya'da, isminin önüne 'profesör' eki getirmesi mahkeme kararıyla yasaklanmış bir doktor, genel pratisyen.
Hastalarının vücut sıcaklığını yükselterek kanseri tedavi ettiğini iddia etmesi, bırakın tüm dünyada kabul görmeyi, farelerde dahi işe yaradığı gösterilmemiş bir fantastik kurgu. Gelin bu yöntemi Dr. Gorter'in kendi ağzından dinleyelim:
 "40 sene önce bana da kanser teşhisi konmuştu. Vücut ısımı yükselterek tedavi uyguladım. Haftada 2 gün 42 derecelik sıcak suyun bulunduğu bir küvete giriyordum" 
Dr. Gorter, 42 derecelik sıcak suyun bulunduğu bir küvette vücut ısınızın yükselmesi, ya sizin bir kertenkele olduğunuz anlamına gelir, ya da biz insanların homeostasis ile vücut sıcaklığımızı çevredeki değişikliklere rağmen sabit tuttuğumuzdan bihaber olduğunuzu gösterir. Evet, sıcakkanlı memeliler olarak, 42 derecelik su banyosunda da, hamamda da, çölde de, saunada da, 20 derecelik bahar havasında da, vücudumuz sıcaklığı 37 derecede sabit tutar. 

Cilt Kanseri Hastası; "Bir yıl boyunca kemoterapi aldım. İki ay boyunca radyoterapi aldım ama bunlardan hiçbir sonuç alınmadı. Bu tedaviye başladım. İki aydır bu tedaviyi alıyorum. İki ay sekiz haftalık bir sürede iki aşı oldu. Yararlarını gördüm" dedi. 
Öncelikle geçmiş olsun. Ama aldığınız radyoterapi ve kemoterapiden sonra, iki ay küvette oturmanız, durumunuzun iyileşmesinin radyoterapi ve kemoterapi kaynaklı olabileceği gerçeğini çöpe atmanız için yeterli mi?

Tek kredibilitesi Alman olması olan Dr. Gorter'in, komiklik ile ruh hastalığı arasında gidip gelen bu tedavi önerisinin sahtekarlık olduğu iddiası ilk defa blogumuzda değil, başka mecralarda da dile getirilmiş. Dr. Gorter, bu tür yazıları yazan doktorlara Hollanda'da açtığı tazminat davalarını kaybetmiş.

Radikal Nobel Ödüllerini kınıyor, bu bilim haberinin yanlış bilginin de ötesinde, kanser hastası birçok insana sahte umut vererek içinde bulundukları bu zor durumun kötüye kullanılmasına fırsat yarattığını düşünüyoruz.

Yazımızı, Dr. Gorter'in kendi websitesinden bir alıntı ile bitirelim:
“I would cure all diseases if I only could produce fever.” Parmenides, Greek physician and philosopher, 510 BC 
Tercümesi: ''Eğer ateşinizi çıkarabilseydim, bütün hastalıkları tedavi ederdim.'' Parmenides, Yunan doktor ve filozof, M.Ö. 510

Son 2500 senede bilim bu noktanın bir hayli ötesine geçti, size de haber verelim dedik Sayın Gorter.




23 Kasım 2012 Cuma

PSİAR DENEN ALET


''Bu DNA izole edildikten sonra istenen bölge, 'psiar' denilen aletle çoğaltılıyor.''
İstenilen bölgenin 'psiar' değil, PCR (Polymerase Chain Reaction) isimli aletle çoğaltıldığını belirtelim. Moleküler biyolojinin mihenk taşlarından biri olan bu cihazın ismini telefonda doğru anlamadıysanız, bir bilim habercisi olarak email ile teyit etmelisiniz.

1 Kasım 2012 Perşembe

Benim Beynim, Benim Kararım

Kürtaj kavgası eski heyecanını yitirip ortalık sakinleştiğine göre, önceden zulaladığımız kürtaj haberlerini piyasaya sürebiliriz.
Tartışmaların alevlendiği dönemde, 7 Haziran 2012'de, Bugün gazetesinde kürtajla ilgili aşağıdaki haber yayınlandı. Haberin tam metnini okumanızı şiddetle tavsiye ederim.



Biz yine de haberi özetleyip, alıntılarımızı yapalım. Kürtaj yasağı paniği yurt çapında devam ederken, Bugün gazetesinin danıştığı kadın doğum uzmanı ve Kadın Sağlıkçıları Derneği genel başkanı Dr. Gülhan Cengiz, kürtaj ile ilgili fikirlerini, doktor kimliği ile beyan ediyor. Sayın Cengiz, anne karnındaki hiçbir canlının hayatına son verilmesinin doğru olmadığını söyledikten sonra ekliyor:

Mesela Mongol bebeklerin (down sendromu) doğmasına müsade edilmiyor. Ama eğitimle bu hastalığı tedavi etmek mümkün. Bazı bebekler down sendromlu olduğunu düşünmemize rağmen normal bebek gibi dünyaya gelebiliyor. Anne karnındaki bebeğin zihinsel durumunu ölçmek her zaman mümkün olmuyor.

Sayın Cengiz, siz bir kadın doğum uzmanı olarak, hamileliklerde down sendromu tespitini, anne karnındaki bebeğe zeka testi uygulayarak mı yapıyorsunuz? Down sendromu, veya mongol sendromu, 21. kromozom çiftinin, ekstra bir kromozom (veya kromozom parçası) taşıması sonucu olur. Down sendromu vakalarında, 21. kromozomlar, olması gerektiği gibi bir çift değil, üç tanedir. Bu duruma trizomi denir, ve lisedeki bir biyoloji öğrencisinin dahi kromozomlara bakarak tespit edebileceği bir vakadır. Zaten hamilelik sırasında bebeğe yapılacak basit bir genetik test ile, %100 başarı oranıyla saptanabilir. Bu genetik durum değişmeyeceğine göre, down sendromlu bir bebeğin eğitimle bu sağlık durumunu aşabileceğini iddia etmek, öncelikle down sendromlu çocukların ailelerine hakaret, sonra da eğitim kurumunun omuzlarına yüklenmiş ağır bir yüktür. Eğitime bizim de en az sizin kadar saygımız var elbette, fakat eğitimin düzeltemeyeceği şeyler var. 21. kromozom trizomisi bunlardan biri.

Down sendromlu bebeklere hamilelik birçok ülkede isteğe göre sonlandırılsa da, bu çocuğu dünyaya getirmek isteyen anne babaların kararına da saygı duyulabilir, ve birçok down sendromlu çocuk, bu medikal durumlarına rağmen, lise diploması alırlar. Bizim şu anki, analitik düşünce gücüne dayalı dünyamızda bir anomali olmaları, onları bizden daha az değerli yapmaz. Fakat down sendromu, sadece zihinsel değil, fiziksel semptomları da olan, kromozom sayısında değişiklikten kaynaklanan, gelişim sürecine çok ciddi etkileri olan gerçek bir sendromdur. Hamilelikte tespit edilmişse, 'ayy bu çocuk Down değilmiş galiba, sonradan bi baktık, değilmiş öyle!' diyemezsiniz.

Dr. Cengiz'in hastalarına genetik testleri nasıl yaptığını çok merak ediyoruz. Kendi hayatıyla ilgili her kararda, 'benim beynim, benim kararım' demeyi seçebilir, fakat umarız özellikle riskli hamileliklerde yaptığı testlerde bebeğin medikal durumuyla ilgili doğru tespitleri yapıyor ve doğru adımları atıyordur.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Ekmeğe GDO Bulaştı, Kanser Yiyoruz ve Hepimiz Öleceğiz...


Bugün işleyeceğimiz haber, yazılı basından değil ekranlarımızdan geliyor.
A Haber Kanalında yayınlanan Deşifre programı, Genetiği Değiştirilmiş Organizma meselesini, en dişli kriptologlara taş çıkartırcasına deşifre etmeye soyunmuş. Birkaç uzman programa konuk edilmiş, fakat uzmanların hepsinin aynı görüşte olmalarına rağmen bağırarak konuşmaları ve tartışmaya devam etmeleri, programı izlemeyi oldukça zorlaştırıyor. Uzmanlardan Kemal Özer, kısa bir süre önce GDO'nun tehlikelerini ele aldığı ''Deccal Tabakta'' adlı eseriyle, edebiyatta da sivrilmiş bir kalem olduğunu bizlere kanıtlamış bile. Deccal tabakta, şeytan azapta, ve bu tartışmayı izlerken akıl sağlığımız çok uzaklarda.

Türkiye'de GDO tartışmaları hiçbir bilimselliği olmayan bir platformda ilerliyor, 'GDO karşıtlığı' dışında bir saf bulunmadığı için, gerçekliği sorgulanmayan bilimsel iddialar serbest atış olarak mancınıklardan fırlatılıyor, GDO meselesine yönlendirilen haklı sorgulamalar ve endişeler, histerik kışkırtmalardan öteye gidemiyor.

Konuya dair Deşifre programında, piyasadan 30 işlenmiş ürün toplanmış ve genetiği değiştirilmiş ürün barındırıp barındırmadığı analiz edilmiş. Programın neredeyse 2. dakikasına geldiğimizde (1:50), laboratuvar sonuçları ekranda beliriyor: ''30 üründen %37.5'i GDO'lu çıktı''. Epey etkileyici bir rakam. Acaba kaç üründe GDO tespit ettiler? Hemen hesap makinemizi çıkartıyoruz, o da nesi,  incelenen 30 ürünün %37.5'i, tam 11.25 ürün ediyor. Bir gariplik var. Biraz daha izleyelim. 30 üründen 8'i GDO'lu bulunmuş. O zaman %26.7. Hesaptaki bu inanılmaz titizlik bize araştırma konusunda güven verdi.

Neyse ki, yorumlara güvenmeyen ve ham datayı görmek isteyen bizler gibi meraklı izleyiciler için, 'İŞTE LABORATUVAR SONUÇLARI' başlığıyla laboratuvar sonuçları da gösteriliyor. Bu çözünürlükte zar zor da olsa, kameranın önündeki flu rapordan, 35S, NOS ve FMV sekanslarının PCR analizlerini yaptıklarını anlıyoruz. Bu raporları gösterdikleri iyi oldu, çünkü programın başka hiçbir yerinde GDO tespitinin nasıl yapıldığı, kabaca dahi olsa anlatılmıyor. 35S ve FMV, aslında virüslere ait promoter sekansları (dizilimleri), NOS de bir terminatör sekansıdır. Promoter dizilimler, canlılarda her gen diziliminin başında bulunurlar ve o genin ifade edilmesinin başlangıcında önemli rol oynarlar. Terminatör dizilimler de, o genin ifadesinin durması gerektiği yerde durdurulmasını sağlar. Bitkinin genetiği değiştirilirken entegre edilen genetik kodun başına ve sonuna, gen ifadesinin kontrolü için bu dizilimler eklenir.  35S, FMV ve NOS dizilimlerini bulmayı beklemeyeceğimiz bir yerde, PCR ile tespit edersek, mesela 35S virüs promoter dizilimini bir mısırda tespit edersek, o mısırın genetik yapısına böyle bir entegrasyon yapıldığını varsayabiliriz. Düşük bir ihtimal dahilinde, o virüsün kendisi ile de karşı karşıya olabiliriz, ama bu tesadüf ciddiye alınmayacak kadar azdır. Piyasada hazır olarak satılan GDO tespit kitleri, bu bahsi geçen üç dizilimin PCR ile tespiti için hazırlanmış kimyasallarıyla, protokoldeki hata payını oldukça düşük hale getirir.

Bu nedenle, yapılan deneyin en azından rutin ve hata payı minimumda bir protokol olduğunu umarak, çıkan sonuçlara inanmak istiyoruz. Gönlümüz isterdi ki, bize gösterilen laboratuvar raporu, 'tespit edildi' ve 'tespit edilmedi' kriterlerinden öte, önümüzde DNA bantları olarak dursun. Her neyse, piyasada 30 üründen 8'inde GDO çıkması, çok da imkansız görünmüyor....Kontrolleri bilmesek de, ham dataya erişemesek de, bu sorgulamayı burada kısa kesiyoruz.

Bir süre sonra, 'İnegöl köftesinde GDO bulduk', 'Domates salçası yau!!!1!!', 'Bu ekmeğin yapıldığı un...yani SOFRAMIZA KADAR GELDİ!' gibi haykırışları takriben, Prof Dr Kenan Demirkol sahne alıyor. Çavdar ununda GDO tespit edilmesi konusunda, çavdar ununun saf olduğunu, dolayısıyla GDO için tek bir ihtimal olduğunun altını çiziyor: ineklerin GDO'lu yem ile beslenmesi, bu ineklerden çıkan dışkının gübre olarak çavdar tarlasına atılması ve çavdar tarlasındaki bitkilerin genetiğini değiştirmesi. Demirkol'un çetrefilli iddiasını bir de kendi ağzından dinleyelim (3:15-4:35)

Bakın çok önemli bir çalışma yapıldı, Münich Üniversitesi'nde. [...] O rapor kendi ayağına kurşun sıktı, çünkü şöyle bir sonuç yayınladılar: Hayvanların yediği aktif değişime uğramış genin yüzde 60'ı hiçbir sindirim işlemi olmaksızın dışkıyla atılıyor. Atılan ne? Aktif değişime uğramış gen. Şimdi siz bu hayvanın gübresini alıp tarlanıza götürdüğünüz anda bu aktif gen yetiştirdiğiniz bitkiye geçebiliyor.

Çok şaşırtıcı, gerçekten benim de kendi ayağıma kurşun sıkmak istediğim bir rapor. Aktif genin (aktif gen derken, ne kastediliyor acaba) hayvanın dışkısında olduğu gibi çıkması demek, nükleik asitlerin yani DNA molekülünün sindirim sisteminden olduğu gibi (dizilimin bütünlüğüne de zarar gelmeden) geçebilmesi demek, ki bu başlı başına şaşırtıcı (ungulat sindirim sistemine dayanıklı bir tohumdan, dolayısıyla genetik materyal taşıyan hücrenin korunmasından bahsetmiyorsak). İkinci gariplik de, tarlaya gübreyle karışan 'aktif genin' bir şekilde bitki tarafından genoma entegrasyonunun bu kadar kolay olacağının hayal edilmesi... Biraz tarama yaptık. Gerçekten de benzer iddiaların Greenpeace tarafından ortaya atıldığını, fakat yine Almanya'da, özellikle, GDO'larda kullanılan genlerin ineklerin sindirim sistemlerinden dışkıya geçip geçmediğini araştıran ve böyle bir bulgu tespit edemeyen yayınlara ulaştık. 


Sayın Kenan Demirkol'un bu önerisi pek mümkün görünmüyor. Buna alternatif olarak, neler olabileceğine dair teorilerimiz var (GDO'lu bir tohumun sindirimden geçip tarlaya düşmesi gibi, fakat böyle bir senaryo da, genetiği değiştirilmiş bitkilerin kısır tohum vermesi sebebiyle pek mümkün görünmüyor). Burada esas nokta, GDO karşıtlarının göz önünde bulundurması gereken en önemli kriterin bilimsel tutarlılık olduğu.

5:15'e geldiğimizde, ayrı bir beyin fırtınası bizi bekliyor:
''Hayvan yemini getiren, insan gıdasını getiren gemiler de hep aynı. Aynı gemiler gidiyorlar geliyorlar. Ambarlarında kalan herhangi bir, iki tane üç tane mısır bile, diğeriyle ilgili bir şey getirip...pozitiflik oluşturabiliyor.''
Pozitiflik oluşturmak, nasıl bir biyolojik sürecin açıklaması olabilir, bu noktada biraz daha fazla açıklamaya ihtiyacımız var. Tarladan toplanmış, az sonra sofrada tüketilmek üzere gemide taşınan bir sebzenin, yanındaki GD sebzeyle, kendi genetik yapısını değiştirecek bir pozitiflik yaşaması, tarım ve biyoloji tarihinde görülmemiştir. Pozitif bilimin şu anda bu konuda yapabileceği pozitif bir açıklama da yoktur.

Tartışmanın sonlarına doğru, başka bir konuya değiniliyor, o da yediğimiz etin GDO olması. Buyrun, 7:15:

Uzman: Bir balıkta çalışma...
Sunucu: Evet çok ilginç birşey bunu az önce bana söylediniz. Bunu bir daha lütfen açıklar mısınız.
Uzman: İnsanın...insanın büyüme geni aktarıldı, alabalık bu kadar boyuttan bir buçuk metreye çıkarıldı. Bu balığı yediğinizde küçücük parça insan eti yiyeceksiniz.

Nasıl yani? İnsan geni balığa aktarıldı diye, balık etinin insan etine dönüştüğü mü düşünülüyor? Hayvanlar aleminde, aynı görevi gören genler,  farklı türler arasında çok çok az değişime uğramış olabiliyor. Buna bir örnek olarak, insan ve inekteki Insulin-like Growth Factor-1 (IGF-1) geni verilebilir. İnsan IGF-1'iyle inek IGF-1'i arasında protein dizilimi %99 benzerlik gösterir, yani insan ve inekteki IGF-1 proteinleri, moleküler olarak neredeyse birbiriyle aynıdır. Nükleotid, yani DNA dizliminde de buna yakın bir benzerlik oranı vardır. Hemen bu genin exon'larından birinin inek ve insandaki nükleotik (DNA) dizilimini karşılaştırdık. Evet, yüzde 99 benzerlik bizim için şaşırtıcı değil. Fakat Deşifre programındaki uzman görüşün mantığıyla bu kurban bayramında bir dana keserken, aynı zamanda insan kesmiş, komşudan gelen etle pişirdiğiniz kavurmayla çıtııır çıtır insan eti yemiş olabilirsiniz.

Resimde Query, ineğin IGF-1 geni, Subject ise insanınki. Bu dizilimdeki benzerlik, %99.

Henüz bu şoku atlatamamışken, aynı programın başka bir bölümüne rastlıyoruz. Burada ise, sucuk ve atom bombası üzerinde apayrı bir histeri yaşanıyor.
http://www.youtube.com/watch?v=eKWqUkWHcSQ&feature=related

1:08'de  sözü alan Kemal Özer (Kendisi, girişte bahsettiğimiz 'Deccal Tabakta'nın yazarı), kendi davasını hararetle savunuyor:
''Nitrit adam öldürür, nitrit atom bombasıdır! Atom bombasını her sucuğun içine koyuyosanız, büyüğü koymuş küçüğü koymuş birşey farkeder mi?''

Evet, farkeder. Toksikolojide dozaj denen birşey vardır. Bu prensibe göre, her 'zehirli' kabul edilen maddenin farklı bir 'alt limit dozajı', yani toksik etkinin insanlarda veya hayvanlarda hiçbir şekilde gözlenmediği belirli bir miktarı vardır. Gıdalara konulan her koruyucu, zaten buna göre belirlenir ve toksik limitin kat be kat altındadır. Örneğin, bal yazımızda da belirttiğimiz gibi, balın içinde kimi zaman doğal olarak hidrojen peroksit bulunabilir, halbuki hidrojen peroksit saç boyasında bulunan bir kimyasaldır. Bal yerken saç boyası yemiyor, mangalda sucuk pişirirken yeni bir Hiroshima'ya doğru ilerlemiyoruz. Sakin olun.

Aynı klipte, 1:20'de bu sefer Prof. Dr. Demirkol sözü devralıyor:
''Tarım ilacının, dünya meyve sebze üretimine katkısı nedir, diye sorgulandığında, %6 ile %30 arası dile getiriliyor. En iyimser ifadeyle, üretimde yüzde 30 artış sağlanır.''

Bu rakamlar, tarım ilaçlarının bütünü için değil, sadece ufak bir kısmı olan fungicide (yani tarımsal mantar ilaçları) içindir. Evet, farklı tarımsal ürünlerde mantar ilaçlarının üretim verimini ne kadar artırdığı, akademik bir raporda %32 ile %6 arasında olarak tahmin edilmiştir (kaynak için link). Fakat, aynı raporda altı çizildiği üzere, sadece mantar değil, bütün tarım ilaçlarının yasaklanması halinde, sadece Amerika'da tarımsal ürünlerde verimin tam %73 düşmesi söz konusudur.

GDO, deccalin tabaktaki hali olmadığı gibi, tarım ilaçları da şeytanın tırpanı değildir. Tarım alanlarında verimi artırmak için kullanılırlar. Herhangi bir tarla, bulunduğu bölgenin ekosistemini tamamen bozar. Dünyadaki artan nüfusa, artan tarım alanlarıyla karşılık verirsek, çok kısa sürede biyoçeşitlilik önemli bir darbe almış olur. Öte yandan, tarım ilaçlarının, arı nüfusu gibi, hedef dışı birçok organizmayı da etkilediği biliniyor (1). O zaman, ilaç kullanmamak ve daha çok doğal ekosistemi tarım alanına çevirmek, veya tarladaki verimi artırayım derken diğer organizmaların habitatlarını böcek ilacıyla sabote etmek, yukarı tükürsek badem bıyık, aşağı tükürsek entel topsakalı gibi bir rahatsızlık oluşturuyor.

Bu problemin çözümüne, birkaç farklı açıdan yaklaşılabilir. 1) İyi tarım (mesela, halk sağlığı profesörü Richard Levins'in de önerdiği gibi, domates tarlasına birkaç sıra mısır ekerek böcekleri mısıra yönlendirmek ve domatesleri nispeten korumak), 2) Güvenilirliği denenmiş, belki akademi kaynaklı genetiği değiştirilmiş bitkiler, ve 3) Kullanılması gereken koşullarda da tarım ilaçları. Tek bir probleme farklı yaklaşımlar, doğru yerde doğru yöntemi uygulamak, kısacası teknolojiyi olması gerektiği gibi kullanmak, böyle bir durumda uzun vadede çözüm getirecek tek yol gibi duruyor. Temmuz 2012 Nature'da yayınlanan Lu et al. çalışması, son 20 senedir ekibin takip ettiği tarlalarda, genetiği değiştirilmiş pamuk ekimiyle beraber azalan böcek ilacı kullanımı sayesinde, tarladaki artropod nüfusunda, yani toprağın doğal faunasında dengeli bir biyoçeşitlilik olduğunu gösterdi (2).

GDO meselesine histeriyle karşı çıkmak değil, akıl sağlığıyla ve doğru bilimsel verilerle tartışmak en doğru çözümdür. Televizyonda ''nitrat atom bombasıdır, sucukta atom bombası var!'' diye bağırmaksa, garipliktir.


Kaynak:
(1) Gill. RJ et al. Combined pesticide exposure severely affects individual and colony level traits in bees. Nature. October 2012
(2) Lu, Y. et al. Widespread adoption of Bt cotton and insecticide decrease promotes biocontrol services. Nature. July 2012




9 Ekim 2012 Salı

Uzman Görüşü Önemlidir


Bu hafta Türk ve dünya basını, ABD'nin Florida eyaletinde en çok böcek yeme konseptli akıllara zarar bir yarışmada 40 hamam böceği yiyen Edward Archbold'un ölümü ile sarsıldı.
NTVMSNBC'nin haberine göre, rahmetli Archbold'un ölümü çok esrarengizdi çünkü hamamböcekleri zararsızdı:




''Diğer yarışmacılardan rahatsızlanan olmazken, California Üniversitesi etimoloji profesörü Michael Adams, hamam böceklerinin, bazı bakteri veya patojenler taşımadıkları sürece yenmelerinin bir sakıncası olmadığını düşündüğünü söyledi.''

California Universitesi'nden etimoloji profesörüne danışılması yerinde bir karar. Ne de olsa etimologlar, ''bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır.''

Biz de üzerimize düşen görevi yaptık ve bir uzman etimolog bulduk. İşte Prof. Dr. Burak Tekin'den konuyla ilgili flaş açıklama: 'Hamamböceği bileşik isim olduğu için büyük ünlü uyumunu bozmuyor, yabancı kökenli olsa da dilimize uygun, etimolojik olarak yiyebilirsiniz. Bakteri ve patojen yabancı kökenli ve de büyük ünlü uyumuna aykırı, o yüzden onları yiyemiyorsunuz.' 

Herkese sağlıklı haftalar dileriz. Bu arada bütün etimologlara, entomologlara, etnologlara ve etologlara sevgiler.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Çünkü balda amino asit vardır!



Bugünkü konuğumuz olan Hürriyet haberi, bal ve faydaları konusunda halkımızı bilinçlendiriyor. Türkiye’nin, arıcılıkta Çin ve Amerika ile beraber dünyada ilk 3’te olduğunu göz önünde bulundurursak, bal konusundaki uzman görüşün Romanya’dan seçilmesi şüphe uyandırıcı. Romanya Arıcılık Enstitüsü direktörü Cristina Mataescu, bize şöyle diyor:

“Balı sıcak tüketmek sakıncalı. Balı sıcak tükettiğiniz zaman vücuda stres yüklemiş oluyorsunuz. Çünkü balda aminoasit vardır” 

Balda az miktarda amino asit olduğu doğrudur, Mataescu’nun uzman görüşünü yalanlayamayız. Fakat amino asit barındıran diğer yiyecekleri sıralayalım: her tür et, her tür bitki, yumurta, süt, fındık fıstık, meyve...Kısacası yediğimiz diğer bütün canlılar ve birçok hayvan ürünü, canlıların yapı taşı protein olduğu için, protein monomeri olan amino asitleri barındırır. Bu durumda ısıtılmış amino asitlerin vücuda ne gibi bir stres yüklediği belli değildir. Haberin ilerleyen kısımları, balın uykusuzluğa iyi gelmesinden ve bal masajının binbir derde deva olmasından bahsediyor:

''Hatta bir bardak su içerisinde bal eritilip, üzerine limon koyup içilebilirse o zaman rahatlatıcı bir etkiye sahip oluyor. Bal tüketimi, uykusuzluğa karşı da iyi geliyor. […]Özellikle balla yapılan bir masaj var. Vücuttaki toksinlerin atılması bakımından çok önemli. Toksinlerin vücuttan atılması, stresin azalmasını sağlıyor.''

Kimyasal olarak, balda uyku etkisi yapacak sedatif bir maddenin bulunduğunu söyleyemeyiz. Fakat fruktoz ve glukoz halinde yüzde 70 şeker içeriği olan bir yiyeceğin uyku öncesi insülin salgısını coşturduğunu, sonra da kan şekerindeki ani düşüşün bir yorgunluk yaratacağını tahmin edebiliriz. Uyku öncesi kan şekerinizde rollercoaster etkisi yaratarak uykuya dalmak isterseniz size çılgın rüyalar dileriz.

Baldaki su oranı çok az olduğu için mikrop barındırmaz, içindeki bakterilerin ozmotik basınç ile ölümüne sebep olur. Glukoz, su ve oksijenin reaksyona girmesi sonucu oluşan hidrojen peroksit de, bala ayrıca hafif bir antiseptik özellik kazandırır. Ormandaysanız, derin olmayan bir kesiğiniz varsa ve yanınızda teramycin yerine bir kavanoz bal bulunduruyorsanız, kesiğe gönül rahatlığıyla bal sürebilirsiniz. Fakat modern dünyada, keratin kaplı ve balı emmeyecek olan cildinize, bir şekilde iyi geleceğini düşünerek bal masajı yapmanız epey pahalı ve anlamsız kaçacağı gibi, sizi süt banyosu yapan Bülent Ersoy klibine yönlendirmemize sebep olacaktır. Süt banyosu ve bal masajınızdan sonra deliksiz bir uyku çekmeniz de kaçınılmazdır. Sefanız olsun.

28 Eylül 2012 Cuma

Bilimde Yerli Malları Haftası



Hürriyet Gazetesi’nin 18 Ağustos 2011 tarihli haberi, Iğdır Üniverstesi’nde sıçanlar üzerinde yürütülen ve ülke olarak ekonomik ve sağlık ajandamızı Iğdır kayısısı üzerinden tayin etmemiz önerisi ile sonuçlanan bir araştırmayı konu alıyor.

Öncelikle, akademik yayınlarda yaptığımız kısa bir tarama sonucu, Türk üniversitelerinden kayısı ile ilgili benzer araştırmaların, özellikle haberde ismi geçen Food and Chemical Toxicology dergisine gönderildiği dikkatimizden kaçmadı. Belli ki uluslararası yayınların kayısı bülteninde liderliği kaptırmamakta kararlıyız.

Food Chem Toxicol. 2011 Feb;49(2):508-13. Epub 2010 Nov 27.
Hepatoprotective effect and antioxidant role of sun, sulphited-dried apricot (Prunus armeniaca L.) and its kernel against ethanol-induced oxidative stress in rats.

Food Chem Toxicol. 2009 Oct;47(10):2666-72. Epub 2009 Aug 3.
Apricot ameliorates alcohol induced testicular damage in rat model.

Nat Prod Res. 2012 Aug;26(16):1535-8. Epub 2011 Oct 10.
The antioxidant effects of dry apricot in the various tissues of rats with induced cold restraintstress.

Nutr Res. 2010 Mar;30(3):200-8.
Prunus armeniaca L (apricot) protects rat testes from detrimental effects of low-dose x-rays.

Br J Nutr. 2009 Dec;102(12):1767-75.
Protective effect of apricot (Prunus armeniaca L.) on hepatic steatosis and damage induced by carbon tetrachloride in Wistar rats.

Malatya kayısısının bilim dünyasına katkısının Ohio’da gerçekleşmesini beklemiyorduk zaten, bu nedenle endemik türlerin veya yerel tarım ürünlerinin o yörede incelenmesini doğal, hatta gerekli olduğunu unutmamak lazım. Fakat Malatya kayısısının antioksidan özelliğini tekrar tekrar ortaya çıkartmak için, farelere kayısı yedirmek, kayısı yedirip testislerini morartmak, kayısı yedirip X ışınlarına maruz bırakmak, bilim adına bize yeni birşeyler söylemiyor. Kayısıda beta karoten olduğunu biliyoruz, beta karotenin güçlü bir antioksidan olarak sıçanlarda etanol  kaynaklı karaciğer yıpranmasını hafiflettiğini de.

Bilim dünyasına pek de yeni birşeyler söylemeyen Iğdır kayısısı araştırmasının bilim haberleri sayfasında yer bulmasının asıl sebebinin ise ekonomik ve sağlık politikamızdaki ‘’büyük kantin operasyonu’’nun bir parçası olduğunu son paragraf ile anlıyoruz:

Yurt, Milli Eğitim Bakanlığınca okul kantinlerinde cips ve kola satışının yasaklanmasının gündemde olduğunu ifade ederek, “Bu güzel gelişmeyi, okul kantinlerinde besleyici değeri yüksek ve antioksidan etki gösteren kuru kayısı gibi ürünlerle taçlandırmamız gerekiyor. Bu hem çocuklarımızın sağlığı hem de ülke ekonomisi için son derece önemli” diye konuştu.

Her zaman dendiği üzere, bilime yatırım yapan bir ülke, geleceğe yatırım yapar.

14 Ağustos 2012 Salı

Yalan Haber ve Doğru Haber Arasındaki 50 Temel Fark


Milliyet gazetesi haberine göre, her dört AIDS hastasından sadece biri kadın! Nedeni ise 'kadınların baskın olan X kromozomundan iki tane taşımasıdır'.
AIDS'e sebep olan HIV virüsüne neredeyse aşı geliştirildi, virütik yolla bulaşan bir bağışıklık sistemi hastalığı olduğuna dair sağır sultan'ın bile önemli AR-GE çalışmaları mevcut, Milliyet hala AIDS'i genetik bir hastalık zannediyor.
Virütik yolla bulaşan AIDS'in anneden çocuğuna geçmesi mümkün olsa da, bu kalıtımsal yollarla gerçekleşmez. Kaldı ki, haber doğru bile olsaydı, 'kadınların baskın olan X kromozomu' diye bir kavram olmadığını vurgulamamız gerekirdi. X kromozomunda bulunan ve baskın özelliği bulunan bir genden bahsedebiliriz, ancak kromozomlar tek başlarına baskın veya çekinik olamazlar.
Toparlayalım: Tahminen, haberin alındığı yabancı kaynak, ingilizcede 'sex-linked recessive' olarak sınıflandırılan genetik hastalıkların, kadınlarda iki adet X kromozomu, erkeklerde ise tek bir X kromozomu olduğu için erkeklerde görülme oranının daha yüksek olduğundan bahsediyor. Bunu okuyan acar muhabir, 'sex-linked' konseptini, 'cinsel yolla bulaşan' olarak değiştiriyor, hızını alamayıp AIDS'e çeviriyor.
O gazete binasında o gün neler yaşanmış olabileceğine, akılların nasıl tutulduğuna dair daha iyi bir teorimiz şu anda yok...



7 Ağustos 2012 Salı

Bilim bunun neresinde?



NTVMSNBC, bilim haberleri sayfasında, ancak tavuklar aleminde bir gazetenin 3. sayfa haberi olabilecek bir metin yayınlıyor.
Bütün haber metni şundan ibaret:
‘Bir tavuk, yumurtlamak yerine yavrusunu doğurdu.
Söz konusu tavuk yumurtlayıp daha sonra kuluçkaya yatmak yerine 21 gün boyunca yumurtasını içinde tuttu.
Civciv yumurtasından tavuğun içindeyken çıktı’

Öncelikle, atılan başlıkla çelişki var. ‘Yumurta tavuktan çıkmış’ yanlış, basbayağı başından beri yumurta tavuktan çıkamamış işte. Bu haberin tek albenisi yumurta-tavuk paradoksuna atfen yapılan afacan bir kelime oyunu olduğuna göre, en azından bunun doğru olmasını beklemek hakkımız değil mi?
Belli ki ‘’söz konusu tavuğun’’ yaşadığı trajedi Sri Lanka’da halk için oldukça büyük eğlence olmuş, NTVMSNBC bu anektodu bizlerle paylaşmak istemiş. Peki sevgili NTVMSNBC, bilim sayfası gerçekten doğru mecra mı? Bilim bunun neresinde?  

27 Haziran 2012 Çarşamba

Sevgili Güzin Abla


Arşivlerden çıkardığımız bu yazıda, Güzin Abla okurlarına gripten korunmak için akıllara zarar bir anekdot ile desteklediği tavsiyesini sunuyor. Birçok genç kızımız için sağduyunun sesi, Türkiye'nin sosyolojik fenomeni Güzin Abla'dan hiç de beklemediğimiz bu hamle karşısında yapabileceğimiz tek şey, aşağıdaki hikayeyi kesip biçmek, türk basınının heryerine sızmış asparagas bilime bir darbe de Güzin Abla aracılığıyla vurmak olur. İşte yazıdaki o hikaye:

''Yıllar önce, dünyada 40 milyon kişinin “grip”ten öldüğü salgında, bir doktor, griple mücadeleye yardım amacıyla çiftçileri ziyaret eder. Birçok çiftçi ailesi gribe yakalanmış ve pek çoğu da ölmüştür. Doktor ziyaretlerine devam eder ve bir sürprizle karşılaşır. Bir çiftçi ve ailesi çok sağlıklıdır. Doktor, aileye herkesten farklı ne yaptıklarını sorar. Çiftçinin hanımı, odaya bir tabak içinde ‘soyulmamış bir soğan’ koyduklarını söyler. Doktor buna inanamaz, bu soğanlardan birini alarak laboratuvarda mikroskopla inceler ve içinde grip virüsünü saptar. Soğan grip bakterisini absorbe etmiş, yani emmiştir. Bu sayede de aile sağlıklı kalmıştır. şimdi yapacağınız şey, bir miktar soğan almanız ve evinizin içinde bir yerlere yerleştirmeniz. Ne olduğunu görmek için bir deneyin. Ne kaybedebilirsiniz? Açıkçası ben de deneyeceğim. Umarım sağlıklı bir kış geçiririz.''

Sevgili Güzin Abla,
Bahsettiğiniz grip, 1918’de meydana gelen ve yaklaşık 50 milyon kişinin ölümüne sebep olan İspanyol gribi olmalı, zira son yüzyılda meydana gelen daha büyük bir grip salgını yok. Çiftçilerin evlerini ziyarete giden doktorumuz, ‘diğer herkesten farklı ne yapıyorsunuz’ dediği zaman, söz konusu evde yapılan tek değişik aktivitenin masaya soğan koymak olması ilginç. Mesela benim, herkesin daire planlarının tıpatıp aynı olduğu apartmanımda bile, komşularımdan farklı yaptığım yüzlerce şey var. Buzdolabı olmayan bir devirde, koca kasabada soğanı evin içinde saklayan tek aile bu mu? Yoksa soğanın bahsedilen etkiyi yaratması için muhakkak masanın üzerinde mi durması gerekiyor?

Gelelim doktorumuzun yaptığı araştırmaya. Öncelikle, grip bakterisi diye birşey yoktur, grip virüsü vardır. Virüs ve bakteri iki apayrı yaşam formudur. Virüsler, kendi kendilerine çoğalma özelliğine sahip değillerdir, kendi kendilerine bir hücre bile değillerdir. Bu bağlamda, aslında bir insan ve bir bakteri birbirlerine, bir virüs ve bir bakterinin olduğundan daha fazla benzerler.

Son olarak, grip virüsünü soğanın içinde zamanın mikroskopları ile görüntülemek mümkün değildir, çünkü virüsler devrin mikroskoplarıyla görülemeyecek kadar ufaktırlar. Virüslerin görüntülenmesini sağlayan elektron mikroskopu, 1938’de geliştirilmiştir.

Rumuz: ÇılgınBilimciXX

17 Haziran 2012 Pazar

Migren Kolyesi




Bugünkü bilim haberi analizimiz, NTVMSNBC sitesinde yayınlanan bir advertorial/haber. Metni beraber inceleyelim:

JAPON BİLİM ADAMLARI MİGREN'İ YOK ETTİĞİNİ AÇIKLADI !
Alman ve Japon bilim adamları gerçekleri açıklıyor!

Her insanın 10/1'inde görünen migren, kadınların 4/1'inde en sık rastlanan ve tedavisi olmayan bir rahatsızlık olarak belirlenmişti. (Matematikte kümeleri işledikten hemen sonra ilkokulu terk etmediyseniz, kesirler konusunu görmüş olmanız ve 1/10 ya da 1/4  yazabiliyor olmanız gerekir.) Alman bilim adamları 2005 yılında 4 yıl boyunca süren araştırmalar yaptı. Birinci kromozomda bulunan sinir hücrelerinin yanlış sinyaller göndermesi sonucu Migren’in oluştuğunu saptadı (Kromozomlar, alyuvarlar dışında her insan hücresinin çekirdeğinde bulunan, DNA sarmalının kompakt hale gelerek oluşturduğu yapılardır. Her sinir hücresinin, birinci kromozomu vardır, fakat ‘birinci kromozomdaki sinir hücresi’ tanımı, muhtemelen biyoloji tarihinde bir ilktir.). Alman bilim adamlarına göre bu bozukluk genetik bir yapıdan geliyordu (Eğer birinci kromozomunuzda bir sinir hücresi varsa, gerçekten genetik bir bozukluk var. Alman bilim adamları haklı).
Tüm dünya bu bilim adamlarının tedaviye yönelik ilaç çıkaracağını beklerken, Japon bilim adamları bu sinyalleri düzeltecek bir ilaç yapılamayacağını ve yapılsa dahi bu sinyalleri elektromanyetik radyasyon dalgalarının (cep telefonu, bilgisayarlar, uydu alıcıları, modemler, baz istasyonları, elektrikli tüm ev aletlerinin) yol açtığını ve bu yüzden başarılı olunamayacağını ileri sürmüştü. (Başa alıp toparlayalım. Birinci kromozomumda bir sinir hücresi var, bu sinir hücresinin yanlış sinyaller göndermesi sonucu migren oluyorum. Japon bilim adamları da, bu yanlış sinyallerin elektrikli ev aletlerinden geldiğini söylüyor. Bu durumda migrenimin sorumlusu, mutfak robotum mu yoksa birinci kromozomuma yapışmış sinir hücresi mi? İşte bilim dünyası bu soruya cevab veremiyordu.)
JAPON BİLİM ADAMLARI HAKLI ÇIKTI!
Japonya’da geliştirilen bir buluş ile elektromanyetik sinyalleri engellemeye çalıştığı ispatlandı (Gerçekten harika bir cümle, belirtili nesne kullanımında yeni bir çığır.). Bilim dünyasında kabul gören bu teknoloji Migren’i yok etmeyi başardı ve yüz binlerce kişiyi bu hastalıktan kurtardı. Türkiye’de Jinsei Life Power adı altında satılan bu Japon icadı iki yıldır Türkiye pazarında ve her gün kitlesi gittikçe artıyor.
Yıllardır Migren rahatsızlığı çeken Jinsei için Yaşar Göçeroğlu: “55 yıldır çektiğim migrenden kurtardınız. Almanya’da tedavi terapileri uygulandı. Tımarhaneye bile yatırdılar ama çözüm olmadı. Avamigran ve tegredol adı verilen test ilaçlarını kullanmama karar verildi. Bu ilaçları 1974 yılından beri kullanıyordum ve Ramazan’da oruç tutmam mümkün bile değildi. Şuanda hem oruç tutabiliyorum hemde o ilaçları kullanmıyorum“ diyor. (Yaşar bey, tımarhaneye yatırılınca migreninizin geçmesini beklemeniz ilham verici bir umut hikayesi.)
NEDİR BU JİNSEİ LİFE POWER?
Türkiye’de ilk ve tek radyo frekans dalgalarını kırdığına dair bilimsel belge içeren tek ürün. (Türkiye’de radyo frekans dalgalarını kırdığına dair bilimsel belge içeren ilk ve tek ürün, denilmek istenmiş. Bu arada radyo dalgalarının, her elektromanyetik dalga gibi, kırılmaya ve yansımaya maruz kalabileceğini, bunun için yeni birşey icad etmeye gerek olmadığını, çünkü su buharı veya sert bir uçurumdan bile kırılabileceğini, herhangi bir metal yüzeyden (özellikle iyi iletken metaller) elektromanyetik dalgaların yansıtılabileceğini hatırlatalım).  2010 yılında İngiltere Kay Pidgeon'da yaptığı bilimsel araştırmanın ilk nicel gözlem hipotezini basına açan Jinsei, Uluslararası kabul görmüş PIP teknolojisi kullanarak vücuda temas halindeyken yapılan ınceleme de vücuda bir auro kalkanı (Vücuttan yayılan ışınsal bir enerji alanı) oluşturduğu ispatlandı. (Aura kalkanının, bir kavram olarak tamamen paranormal olduğunu, bilimsel hiçbir kanıtı olmadığını göz önünde bulundurursak, bu PIP teknolojisi incelemesiyle saptadıkları aura’yı hangi bilimsel kongreye kakaladıkarını merak ediyoruz.)
Sıkı takipçileri ve/veya kullanıcıları arasında bu ürünü kullanan ünlü simalarda var. Bunlardan bazıları; Ajda Pekkan, Arda Turan, Fatih Terim, Hakan Yılmaz, Songül Karlı, Ender Saraç, Gökçe Özyol, Emre Belezoğlu, Hakan Şükür, Süleyman Demirel, Nurseli İdiz, Gökçe Özyol, Christof Daum, Hakan Şükür, Songül Karlı, Ozan Orhon, Yılmaz Erdoğan, şeklinde liste uzayıp gidiyor. Televizyon ekranının her köşesinde Jinsei'yi görmek mümkün; Kurtlar Vadisi, Yahşi Cazibe, Kavak Yelleri, Papatyam bunlardan sadece bazıları. (Songül Karlı’yı ve Hakan Şükür’ü iki defa yazmışsınız. Ayrıca, bir ürünün dizide görünmesi, tedavisi açısından nasıl bir kanıt oluşturuyor?)
FOX TV Ana haber bültenine göre Ajda Pekkan: "Bana bu kolyeyi Ender Saraç tavsiye etti. Ona müteşekkirim. Vücudumdaki değişikliği anında hissettim. Çok daha zinde çok daha formdayım" diyor.
Jinsei'nin resmi web sayfasında kullananların telefon numaralarını bıraktığını da görebiliyorsunuz.
Jinsei'nin başarılı sonuçlar aldığı hastalıklar sırasıyla;
• Migren
• Panik Atak
• Anksiyete
• Denge Sorunu
• Alzaymır
• Yorgunluk ve Halsizlik
• Stres
• Uykusuzluk
• Kemik ve Eklem Ağrıları
• Baş-Bel-Boyun-Omuz Ağrıları
• Ürtiker
• Uyku Apnesi
Konsantre bozukluğu
DR. Ender Saraç: "Ben kullanıyorum tavsiyede ediyorum, en azından ne yapabilirsek kardır" demiş.
Jinsei Life Power yetkilileri, sahte ürün uyarısında bulunuyorTürkiye’de sadece Alka Grup tarafından satışının yapıldığını ve bu sayede sahte ürünlerin önüne geçtiklerini ekliyorlar. (Peki sahte bilimin önüne nasıl geçeceğiz sevgili Alka Grup?)
Jinsei ile ilgili sormak istediğiniz tüm soruları 0212 570 00 57 danışma hattından sorabiliyorsunuz. Daha detaylı bilgi ve yorumlar içinwww.jinseipower.com adresine girebilirsiniz. Ayrıca ürünü bir ay kullanıp fayda görmezseniz iade edebiliyorsunuz. Firmayı veya ürünü araştırdığınız da bu şekilde satışı yapılan ve iki şikayeti olan tek ürün özelliğini de taşıyor.
Kaynaklar: (Kaynaklar, ürünü sattığınız site, ve reklamını yaptığınız internet sitesinin arşivinin bütünü! Bu durumda kaynak vermeseniz, daha etik olmaz mı?)

Bu haberi okuduktan sonra hemen kaynak olarak gösterilen websitesine yöneldik: jinseipower.com

İnternetten istediğiniz ürünü satabilirsiniz, ister burç taşı, ister çakra şarjörü, feng shui çayı, veya hangi neo-spritüel dinin mensubuysanız onun tamamlayıcı ürünü. Fakat sayfanızda bu ürünü ‘BİLİMSEL ! BİLİM KANITLADI!’ diye satıyorsanız, bize cevap hakkı doğduğunu üzülerek belirtiriz :(.
Evet, Jinsei’nin ürün satış sitesinin girişi şöyle:



Ardından, büyülü dünyadan içeri buyur ediliyoruz. Hoşbulduk. Uyarı notlarından göze çarpan bazı başlıklar:

'Jinsei, bilim adamları ve doktorlar tarafından tavsiye edilen ve neredeyse tüm ünlüler tarafından kullanılan bir üründür.' Neredeyse bütün ünlüler o kadar geniş bir küme ki, kaç kişinin kullanıyor olduğunu tahayyül edemiyorum.

Ayrıca,

'İngiltere'de yapılan bilimsel araştırma da insan vücuduna olan etkilerini ispatlamıştır.'

Bir sonraki başlıkta da, nanoteknoloji konusu işleniyor. Eğer nanoteknolojinin ne olduğunu merak ediyorsanız, belki de kaynak alacağınız son yer Samanyolu TV olmalı, fakat işte size Samanyolu TV kaynak gösterilerek anlatılan nanoteknoloji:

'Dünyadaki bütün filmleri veya bütün kitapları tek bir cd üzerinde toplamak mümkün mü? Bu soruya biraz da kafa karışıklığı içerisinde hayır cevabı verebilirsiniz. Evet bu itopik, inanılmaz gibi gelen hayaller nano teknolojiyle mümkün olabilecek. Bilim adamları nano teknoloji sayesinde imkansız gibi görünen pek çok buluşa imza atabilecekler


Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bir yalanı pazarlıyorsanız ve bilimsellik kılıfına sokmaya çalışıyorsanız, yapacağınız en sağlam iş, güvenilirliği yüksek bir şeyi sahiplenmek ve ürününüzü ona yamamaya çalışmaktır. Nanoteknoloji, tabii ki bilimde yeni ufuklar açan bir alandır, üzerine binlerce methiye ve güzelleme yazılabilir. Fakat  bize nanoteknolojiyi anlatıp puan toplamadan once, Jinsei ürününüzün nanoteknoloji ile ne gibi bir bağlantısı olduğunu açıklamanız gerekir. Bu, kurşun dökmeden once kimya bliliminin faydalarından bahsetmek, ‘işte kurşun dökmek bu yüzden binbir derde devadır’’ diyerek konuyu kapatmaya benzer.
Nanoteknoloji ile ilgili paragrafa devam edelim:

'Nano: Santimetre, metre gibi bir ölçü birimidir. Nano, 1 milimetrenin milyonda 1'i demektir. Elmas ve kömür karbon atomlarını oluşturur. Fakat milyonlarda ton kömür verseniz kaşıkçı elmasını alamazsınız. Elması farklı kılansa onu oluşturan karbon atomlarının dizilişidir. Elmasta karbon atomları daha sık ve düzenli ancak kömürde ise daha düzensiz ve seyrektir. İlerde bilim adamları nano teknoloji ile bu dizilişle oynayabilecek, kömürden elmas elde edebilecekler.'

Yine, okuyucuyu gerizekalı yerine koyan bir üslub ile nanoteknoloji anlatılmış. Nanoteknolojinin vizyonu elmas yapımına indirgenebillir mi? Kömürden tonlarca elmas ürettikten sonra elmasın bir değeri kalır mı? Neyse ki imdadımıza, bir sonraki paragraftaki bir diğer geniş vizyon yetişiyor:

'Türkiye’de nano teknoloji üzerine yapılan çalışmada, saç telinin üzerine yazı yazılması gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma Merkezine ve Bilkent Ulusal Araştırma Merkezlerini ziyaret etti. Saç telinin üstüne yazılan ismi inceledi. "Türkiye nano teknoloji’de öncü devletlerden biri olacaktır" dedi.'

Hayalimizde çizilen sahnede, cumhurbaşkanımız saç telinin üzerine yazılan ismini inceliyor, inceliyor, ve bu beyanatı veriyor. Saç teline ABDULLAH GÜL yazılması, nanoteknolojinin alamet-i farikası değildir. Öte yandan, saç teline yazılmış isme bakarak, Türkiye’nin bu alanda öncü ülke olacağı sonucuna varılmaz.
Mevzubahis ürünümüzün insan sıhhatine faydalarının bilimsel olarak kanıtlanmasına da değinelim. Araştırmaların yapıldığı Kay Pidgeon denilen yeri daha once hiç duymadığımız için Google’ladık ve bir websitelerine ulaşamadık, fakat dolaylı linklerden anladığımız kadarıyla burası bir alternatif tıp merkezi. Bir araştırma enstitüsü olmadığı gibi, bir bilim yuvası da değil. Bizlere kanıt olarak sunulan PDF dosyaları da, hakemli ve akredite bir bilimsel dergide yayınlanmış değil (aslında bakarsanız, popüler bir bilim dergisinde bile yayınlanmış değil). Olsun, yine de iddia edilen bilimselliğe bir şans verdik ve bu dosyaları ve fotoğrafları hemen incelemeye aldık. 
Öncelikle, araştırmanın nicel olarak yetersizliğinden bahsedelim. Bir insan bedeninin Jinsei kolyeyi takarken ve takmazken çekilen ‘aura’ görüntüleri için kaç deneme yapılmış, kaç denek kullanılmış, görüntülemede kullanılan metodlar nelerdir, bunlardan bahsedilmemiş, muhtemelen n=1 olduğu için.  Kontroller eksik. İnsan bedeninde kolye ile, kolyesiz , ve ek olarak, kolyenin ebatlarına ve materyaline benzeyen bir ürün ile görüntüleme yapılmalıydı. Bütün bunların ötesinde, PIP metodunun tam olarak ne olduğuna, kalibrasyonun nasıl yapıldığına, bir metod olarak daha önceden test edilip edilmediğine dair referanslar gerekirdi. Raporun en son sayfasında gördüğümüz şu açıklama, aslında bizi pek de şaşırtmıyor:


Tercümesi: PIP metodu, güvenilirliği kanıtlanmamış bir araştırma aracıdır ve tıbbi teşhis için kullanılamaz. Bu rapordaki görüşler kişiseldir ve pratisyenin PIP, Elektro Kristal Terapi, Homeopati, Biyorezonans terapisi ve Reiki alanlarındaki eğitimine ve 22 yıllık tamamlayıcı tedavi tecrübesine dayanır.

Kısacası, bilimselliğin dayandırıldığı raporu hazırlayan kişinin geçmişinde hiçbir bilimsel eğitimi yok.

Bu pazarlama stratejisi karşısında şapka çıkarıyor ve bir adet Jinsei power kolyesi edinmek üzere müsait bir yerde iniyoruz.