29 Ekim 2012 Pazartesi

Ekmeğe GDO Bulaştı, Kanser Yiyoruz ve Hepimiz Öleceğiz...


Bugün işleyeceğimiz haber, yazılı basından değil ekranlarımızdan geliyor.
A Haber Kanalında yayınlanan Deşifre programı, Genetiği Değiştirilmiş Organizma meselesini, en dişli kriptologlara taş çıkartırcasına deşifre etmeye soyunmuş. Birkaç uzman programa konuk edilmiş, fakat uzmanların hepsinin aynı görüşte olmalarına rağmen bağırarak konuşmaları ve tartışmaya devam etmeleri, programı izlemeyi oldukça zorlaştırıyor. Uzmanlardan Kemal Özer, kısa bir süre önce GDO'nun tehlikelerini ele aldığı ''Deccal Tabakta'' adlı eseriyle, edebiyatta da sivrilmiş bir kalem olduğunu bizlere kanıtlamış bile. Deccal tabakta, şeytan azapta, ve bu tartışmayı izlerken akıl sağlığımız çok uzaklarda.

Türkiye'de GDO tartışmaları hiçbir bilimselliği olmayan bir platformda ilerliyor, 'GDO karşıtlığı' dışında bir saf bulunmadığı için, gerçekliği sorgulanmayan bilimsel iddialar serbest atış olarak mancınıklardan fırlatılıyor, GDO meselesine yönlendirilen haklı sorgulamalar ve endişeler, histerik kışkırtmalardan öteye gidemiyor.

Konuya dair Deşifre programında, piyasadan 30 işlenmiş ürün toplanmış ve genetiği değiştirilmiş ürün barındırıp barındırmadığı analiz edilmiş. Programın neredeyse 2. dakikasına geldiğimizde (1:50), laboratuvar sonuçları ekranda beliriyor: ''30 üründen %37.5'i GDO'lu çıktı''. Epey etkileyici bir rakam. Acaba kaç üründe GDO tespit ettiler? Hemen hesap makinemizi çıkartıyoruz, o da nesi,  incelenen 30 ürünün %37.5'i, tam 11.25 ürün ediyor. Bir gariplik var. Biraz daha izleyelim. 30 üründen 8'i GDO'lu bulunmuş. O zaman %26.7. Hesaptaki bu inanılmaz titizlik bize araştırma konusunda güven verdi.

Neyse ki, yorumlara güvenmeyen ve ham datayı görmek isteyen bizler gibi meraklı izleyiciler için, 'İŞTE LABORATUVAR SONUÇLARI' başlığıyla laboratuvar sonuçları da gösteriliyor. Bu çözünürlükte zar zor da olsa, kameranın önündeki flu rapordan, 35S, NOS ve FMV sekanslarının PCR analizlerini yaptıklarını anlıyoruz. Bu raporları gösterdikleri iyi oldu, çünkü programın başka hiçbir yerinde GDO tespitinin nasıl yapıldığı, kabaca dahi olsa anlatılmıyor. 35S ve FMV, aslında virüslere ait promoter sekansları (dizilimleri), NOS de bir terminatör sekansıdır. Promoter dizilimler, canlılarda her gen diziliminin başında bulunurlar ve o genin ifade edilmesinin başlangıcında önemli rol oynarlar. Terminatör dizilimler de, o genin ifadesinin durması gerektiği yerde durdurulmasını sağlar. Bitkinin genetiği değiştirilirken entegre edilen genetik kodun başına ve sonuna, gen ifadesinin kontrolü için bu dizilimler eklenir.  35S, FMV ve NOS dizilimlerini bulmayı beklemeyeceğimiz bir yerde, PCR ile tespit edersek, mesela 35S virüs promoter dizilimini bir mısırda tespit edersek, o mısırın genetik yapısına böyle bir entegrasyon yapıldığını varsayabiliriz. Düşük bir ihtimal dahilinde, o virüsün kendisi ile de karşı karşıya olabiliriz, ama bu tesadüf ciddiye alınmayacak kadar azdır. Piyasada hazır olarak satılan GDO tespit kitleri, bu bahsi geçen üç dizilimin PCR ile tespiti için hazırlanmış kimyasallarıyla, protokoldeki hata payını oldukça düşük hale getirir.

Bu nedenle, yapılan deneyin en azından rutin ve hata payı minimumda bir protokol olduğunu umarak, çıkan sonuçlara inanmak istiyoruz. Gönlümüz isterdi ki, bize gösterilen laboratuvar raporu, 'tespit edildi' ve 'tespit edilmedi' kriterlerinden öte, önümüzde DNA bantları olarak dursun. Her neyse, piyasada 30 üründen 8'inde GDO çıkması, çok da imkansız görünmüyor....Kontrolleri bilmesek de, ham dataya erişemesek de, bu sorgulamayı burada kısa kesiyoruz.

Bir süre sonra, 'İnegöl köftesinde GDO bulduk', 'Domates salçası yau!!!1!!', 'Bu ekmeğin yapıldığı un...yani SOFRAMIZA KADAR GELDİ!' gibi haykırışları takriben, Prof Dr Kenan Demirkol sahne alıyor. Çavdar ununda GDO tespit edilmesi konusunda, çavdar ununun saf olduğunu, dolayısıyla GDO için tek bir ihtimal olduğunun altını çiziyor: ineklerin GDO'lu yem ile beslenmesi, bu ineklerden çıkan dışkının gübre olarak çavdar tarlasına atılması ve çavdar tarlasındaki bitkilerin genetiğini değiştirmesi. Demirkol'un çetrefilli iddiasını bir de kendi ağzından dinleyelim (3:15-4:35)

Bakın çok önemli bir çalışma yapıldı, Münich Üniversitesi'nde. [...] O rapor kendi ayağına kurşun sıktı, çünkü şöyle bir sonuç yayınladılar: Hayvanların yediği aktif değişime uğramış genin yüzde 60'ı hiçbir sindirim işlemi olmaksızın dışkıyla atılıyor. Atılan ne? Aktif değişime uğramış gen. Şimdi siz bu hayvanın gübresini alıp tarlanıza götürdüğünüz anda bu aktif gen yetiştirdiğiniz bitkiye geçebiliyor.

Çok şaşırtıcı, gerçekten benim de kendi ayağıma kurşun sıkmak istediğim bir rapor. Aktif genin (aktif gen derken, ne kastediliyor acaba) hayvanın dışkısında olduğu gibi çıkması demek, nükleik asitlerin yani DNA molekülünün sindirim sisteminden olduğu gibi (dizilimin bütünlüğüne de zarar gelmeden) geçebilmesi demek, ki bu başlı başına şaşırtıcı (ungulat sindirim sistemine dayanıklı bir tohumdan, dolayısıyla genetik materyal taşıyan hücrenin korunmasından bahsetmiyorsak). İkinci gariplik de, tarlaya gübreyle karışan 'aktif genin' bir şekilde bitki tarafından genoma entegrasyonunun bu kadar kolay olacağının hayal edilmesi... Biraz tarama yaptık. Gerçekten de benzer iddiaların Greenpeace tarafından ortaya atıldığını, fakat yine Almanya'da, özellikle, GDO'larda kullanılan genlerin ineklerin sindirim sistemlerinden dışkıya geçip geçmediğini araştıran ve böyle bir bulgu tespit edemeyen yayınlara ulaştık. 


Sayın Kenan Demirkol'un bu önerisi pek mümkün görünmüyor. Buna alternatif olarak, neler olabileceğine dair teorilerimiz var (GDO'lu bir tohumun sindirimden geçip tarlaya düşmesi gibi, fakat böyle bir senaryo da, genetiği değiştirilmiş bitkilerin kısır tohum vermesi sebebiyle pek mümkün görünmüyor). Burada esas nokta, GDO karşıtlarının göz önünde bulundurması gereken en önemli kriterin bilimsel tutarlılık olduğu.

5:15'e geldiğimizde, ayrı bir beyin fırtınası bizi bekliyor:
''Hayvan yemini getiren, insan gıdasını getiren gemiler de hep aynı. Aynı gemiler gidiyorlar geliyorlar. Ambarlarında kalan herhangi bir, iki tane üç tane mısır bile, diğeriyle ilgili bir şey getirip...pozitiflik oluşturabiliyor.''
Pozitiflik oluşturmak, nasıl bir biyolojik sürecin açıklaması olabilir, bu noktada biraz daha fazla açıklamaya ihtiyacımız var. Tarladan toplanmış, az sonra sofrada tüketilmek üzere gemide taşınan bir sebzenin, yanındaki GD sebzeyle, kendi genetik yapısını değiştirecek bir pozitiflik yaşaması, tarım ve biyoloji tarihinde görülmemiştir. Pozitif bilimin şu anda bu konuda yapabileceği pozitif bir açıklama da yoktur.

Tartışmanın sonlarına doğru, başka bir konuya değiniliyor, o da yediğimiz etin GDO olması. Buyrun, 7:15:

Uzman: Bir balıkta çalışma...
Sunucu: Evet çok ilginç birşey bunu az önce bana söylediniz. Bunu bir daha lütfen açıklar mısınız.
Uzman: İnsanın...insanın büyüme geni aktarıldı, alabalık bu kadar boyuttan bir buçuk metreye çıkarıldı. Bu balığı yediğinizde küçücük parça insan eti yiyeceksiniz.

Nasıl yani? İnsan geni balığa aktarıldı diye, balık etinin insan etine dönüştüğü mü düşünülüyor? Hayvanlar aleminde, aynı görevi gören genler,  farklı türler arasında çok çok az değişime uğramış olabiliyor. Buna bir örnek olarak, insan ve inekteki Insulin-like Growth Factor-1 (IGF-1) geni verilebilir. İnsan IGF-1'iyle inek IGF-1'i arasında protein dizilimi %99 benzerlik gösterir, yani insan ve inekteki IGF-1 proteinleri, moleküler olarak neredeyse birbiriyle aynıdır. Nükleotid, yani DNA dizliminde de buna yakın bir benzerlik oranı vardır. Hemen bu genin exon'larından birinin inek ve insandaki nükleotik (DNA) dizilimini karşılaştırdık. Evet, yüzde 99 benzerlik bizim için şaşırtıcı değil. Fakat Deşifre programındaki uzman görüşün mantığıyla bu kurban bayramında bir dana keserken, aynı zamanda insan kesmiş, komşudan gelen etle pişirdiğiniz kavurmayla çıtııır çıtır insan eti yemiş olabilirsiniz.

Resimde Query, ineğin IGF-1 geni, Subject ise insanınki. Bu dizilimdeki benzerlik, %99.

Henüz bu şoku atlatamamışken, aynı programın başka bir bölümüne rastlıyoruz. Burada ise, sucuk ve atom bombası üzerinde apayrı bir histeri yaşanıyor.
http://www.youtube.com/watch?v=eKWqUkWHcSQ&feature=related

1:08'de  sözü alan Kemal Özer (Kendisi, girişte bahsettiğimiz 'Deccal Tabakta'nın yazarı), kendi davasını hararetle savunuyor:
''Nitrit adam öldürür, nitrit atom bombasıdır! Atom bombasını her sucuğun içine koyuyosanız, büyüğü koymuş küçüğü koymuş birşey farkeder mi?''

Evet, farkeder. Toksikolojide dozaj denen birşey vardır. Bu prensibe göre, her 'zehirli' kabul edilen maddenin farklı bir 'alt limit dozajı', yani toksik etkinin insanlarda veya hayvanlarda hiçbir şekilde gözlenmediği belirli bir miktarı vardır. Gıdalara konulan her koruyucu, zaten buna göre belirlenir ve toksik limitin kat be kat altındadır. Örneğin, bal yazımızda da belirttiğimiz gibi, balın içinde kimi zaman doğal olarak hidrojen peroksit bulunabilir, halbuki hidrojen peroksit saç boyasında bulunan bir kimyasaldır. Bal yerken saç boyası yemiyor, mangalda sucuk pişirirken yeni bir Hiroshima'ya doğru ilerlemiyoruz. Sakin olun.

Aynı klipte, 1:20'de bu sefer Prof. Dr. Demirkol sözü devralıyor:
''Tarım ilacının, dünya meyve sebze üretimine katkısı nedir, diye sorgulandığında, %6 ile %30 arası dile getiriliyor. En iyimser ifadeyle, üretimde yüzde 30 artış sağlanır.''

Bu rakamlar, tarım ilaçlarının bütünü için değil, sadece ufak bir kısmı olan fungicide (yani tarımsal mantar ilaçları) içindir. Evet, farklı tarımsal ürünlerde mantar ilaçlarının üretim verimini ne kadar artırdığı, akademik bir raporda %32 ile %6 arasında olarak tahmin edilmiştir (kaynak için link). Fakat, aynı raporda altı çizildiği üzere, sadece mantar değil, bütün tarım ilaçlarının yasaklanması halinde, sadece Amerika'da tarımsal ürünlerde verimin tam %73 düşmesi söz konusudur.

GDO, deccalin tabaktaki hali olmadığı gibi, tarım ilaçları da şeytanın tırpanı değildir. Tarım alanlarında verimi artırmak için kullanılırlar. Herhangi bir tarla, bulunduğu bölgenin ekosistemini tamamen bozar. Dünyadaki artan nüfusa, artan tarım alanlarıyla karşılık verirsek, çok kısa sürede biyoçeşitlilik önemli bir darbe almış olur. Öte yandan, tarım ilaçlarının, arı nüfusu gibi, hedef dışı birçok organizmayı da etkilediği biliniyor (1). O zaman, ilaç kullanmamak ve daha çok doğal ekosistemi tarım alanına çevirmek, veya tarladaki verimi artırayım derken diğer organizmaların habitatlarını böcek ilacıyla sabote etmek, yukarı tükürsek badem bıyık, aşağı tükürsek entel topsakalı gibi bir rahatsızlık oluşturuyor.

Bu problemin çözümüne, birkaç farklı açıdan yaklaşılabilir. 1) İyi tarım (mesela, halk sağlığı profesörü Richard Levins'in de önerdiği gibi, domates tarlasına birkaç sıra mısır ekerek böcekleri mısıra yönlendirmek ve domatesleri nispeten korumak), 2) Güvenilirliği denenmiş, belki akademi kaynaklı genetiği değiştirilmiş bitkiler, ve 3) Kullanılması gereken koşullarda da tarım ilaçları. Tek bir probleme farklı yaklaşımlar, doğru yerde doğru yöntemi uygulamak, kısacası teknolojiyi olması gerektiği gibi kullanmak, böyle bir durumda uzun vadede çözüm getirecek tek yol gibi duruyor. Temmuz 2012 Nature'da yayınlanan Lu et al. çalışması, son 20 senedir ekibin takip ettiği tarlalarda, genetiği değiştirilmiş pamuk ekimiyle beraber azalan böcek ilacı kullanımı sayesinde, tarladaki artropod nüfusunda, yani toprağın doğal faunasında dengeli bir biyoçeşitlilik olduğunu gösterdi (2).

GDO meselesine histeriyle karşı çıkmak değil, akıl sağlığıyla ve doğru bilimsel verilerle tartışmak en doğru çözümdür. Televizyonda ''nitrat atom bombasıdır, sucukta atom bombası var!'' diye bağırmaksa, garipliktir.


Kaynak:
(1) Gill. RJ et al. Combined pesticide exposure severely affects individual and colony level traits in bees. Nature. October 2012
(2) Lu, Y. et al. Widespread adoption of Bt cotton and insecticide decrease promotes biocontrol services. Nature. July 2012




9 Ekim 2012 Salı

Uzman Görüşü Önemlidir


Bu hafta Türk ve dünya basını, ABD'nin Florida eyaletinde en çok böcek yeme konseptli akıllara zarar bir yarışmada 40 hamam böceği yiyen Edward Archbold'un ölümü ile sarsıldı.
NTVMSNBC'nin haberine göre, rahmetli Archbold'un ölümü çok esrarengizdi çünkü hamamböcekleri zararsızdı:




''Diğer yarışmacılardan rahatsızlanan olmazken, California Üniversitesi etimoloji profesörü Michael Adams, hamam böceklerinin, bazı bakteri veya patojenler taşımadıkları sürece yenmelerinin bir sakıncası olmadığını düşündüğünü söyledi.''

California Universitesi'nden etimoloji profesörüne danışılması yerinde bir karar. Ne de olsa etimologlar, ''bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır.''

Biz de üzerimize düşen görevi yaptık ve bir uzman etimolog bulduk. İşte Prof. Dr. Burak Tekin'den konuyla ilgili flaş açıklama: 'Hamamböceği bileşik isim olduğu için büyük ünlü uyumunu bozmuyor, yabancı kökenli olsa da dilimize uygun, etimolojik olarak yiyebilirsiniz. Bakteri ve patojen yabancı kökenli ve de büyük ünlü uyumuna aykırı, o yüzden onları yiyemiyorsunuz.' 

Herkese sağlıklı haftalar dileriz. Bu arada bütün etimologlara, entomologlara, etnologlara ve etologlara sevgiler.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Çünkü balda amino asit vardır!



Bugünkü konuğumuz olan Hürriyet haberi, bal ve faydaları konusunda halkımızı bilinçlendiriyor. Türkiye’nin, arıcılıkta Çin ve Amerika ile beraber dünyada ilk 3’te olduğunu göz önünde bulundurursak, bal konusundaki uzman görüşün Romanya’dan seçilmesi şüphe uyandırıcı. Romanya Arıcılık Enstitüsü direktörü Cristina Mataescu, bize şöyle diyor:

“Balı sıcak tüketmek sakıncalı. Balı sıcak tükettiğiniz zaman vücuda stres yüklemiş oluyorsunuz. Çünkü balda aminoasit vardır” 

Balda az miktarda amino asit olduğu doğrudur, Mataescu’nun uzman görüşünü yalanlayamayız. Fakat amino asit barındıran diğer yiyecekleri sıralayalım: her tür et, her tür bitki, yumurta, süt, fındık fıstık, meyve...Kısacası yediğimiz diğer bütün canlılar ve birçok hayvan ürünü, canlıların yapı taşı protein olduğu için, protein monomeri olan amino asitleri barındırır. Bu durumda ısıtılmış amino asitlerin vücuda ne gibi bir stres yüklediği belli değildir. Haberin ilerleyen kısımları, balın uykusuzluğa iyi gelmesinden ve bal masajının binbir derde deva olmasından bahsediyor:

''Hatta bir bardak su içerisinde bal eritilip, üzerine limon koyup içilebilirse o zaman rahatlatıcı bir etkiye sahip oluyor. Bal tüketimi, uykusuzluğa karşı da iyi geliyor. […]Özellikle balla yapılan bir masaj var. Vücuttaki toksinlerin atılması bakımından çok önemli. Toksinlerin vücuttan atılması, stresin azalmasını sağlıyor.''

Kimyasal olarak, balda uyku etkisi yapacak sedatif bir maddenin bulunduğunu söyleyemeyiz. Fakat fruktoz ve glukoz halinde yüzde 70 şeker içeriği olan bir yiyeceğin uyku öncesi insülin salgısını coşturduğunu, sonra da kan şekerindeki ani düşüşün bir yorgunluk yaratacağını tahmin edebiliriz. Uyku öncesi kan şekerinizde rollercoaster etkisi yaratarak uykuya dalmak isterseniz size çılgın rüyalar dileriz.

Baldaki su oranı çok az olduğu için mikrop barındırmaz, içindeki bakterilerin ozmotik basınç ile ölümüne sebep olur. Glukoz, su ve oksijenin reaksyona girmesi sonucu oluşan hidrojen peroksit de, bala ayrıca hafif bir antiseptik özellik kazandırır. Ormandaysanız, derin olmayan bir kesiğiniz varsa ve yanınızda teramycin yerine bir kavanoz bal bulunduruyorsanız, kesiğe gönül rahatlığıyla bal sürebilirsiniz. Fakat modern dünyada, keratin kaplı ve balı emmeyecek olan cildinize, bir şekilde iyi geleceğini düşünerek bal masajı yapmanız epey pahalı ve anlamsız kaçacağı gibi, sizi süt banyosu yapan Bülent Ersoy klibine yönlendirmemize sebep olacaktır. Süt banyosu ve bal masajınızdan sonra deliksiz bir uyku çekmeniz de kaçınılmazdır. Sefanız olsun.